Danışanlarımda ve çevremde en sık rastladığım konulardan biri de, herhangi bir zorlukla karşılaştıklarında sakin kalmakta ve çözüme odaklanmakta yaşadıkları zorluklar olunca, nasıl katkıda bulunabilirim ve hepimiz için bu süreci hem basit, hem eğlenceli adımlarla nasıl planlayabilirim diye düşündüğümde; bu tek sayfalık, mini rehber tasarımı ortaya çıktı. Dileyen herkese hak ettiği kolaylığı sağlaması ve sevgiyle ana odaklaması dileğiyle…
Zihin Sakinleştirme ve Odaklanma Rehberi’ni buradan indirebilirsiniz.
Hayatınızda kendinizi sürekli bir tartışmanın, hayal kırıklığının veya bitmeyen bir suçluluk hissinin içinde buluyor musunuz? Bazen başkalarına yardım etmeye çalışırken beklenmedik şekilde öfkeleniyor ya da tam tersi, yardım beklerken umduğunuz ilgiyi göremediğinizde kırılıyor musunuz? Eğer bu tanıdık geliyorsa, farkında olmadan Karpman Drama Üçgeni içinde sıkışmış olabilirsiniz.
Bu yazıda, bu döngünün nasıl çalıştığını, nasıl fark edilebileceğini ve en önemlisi, nasıl çıkılabileceğini ele alacağız.
Karpman Drama Üçgeni Nedir?
1968 yılında Stephen Karpman tarafından geliştirilen Drama Üçgeni, insan ilişkilerinde sıkça karşılaşılan sağlıksız iletişim dinamiklerini açıklayan bir modeldir. Bu modele göre, insanlar genellikle şu üç rolden birine girer:
Kurban (Victim)
Kurtarıcı (Rescuer)
Zorba (Persecutor)
Her rolün kendine özgü düşünce yapıları ve davranış kalıpları vardır. En kritik nokta ise, bu rollerin sürekli yer değiştirmesi ve kişiyi bir döngüye hapsetmesidir.
Karpman Üçgenindeki Rollerin Özellikleri
1. Kurban (“Zavallı Ben!”)
“Bu hep benim başıma geliyor!”
“Ben ne yapabilirim ki?”
“Kimse bana yardım etmiyor.”
Çaresiz, güçsüz ve bağımlı hisseder.
Kurban, başkalarının onu kurtarmasını bekler. Kendini zayıf ve etkisiz görür, ancak bu rolde kalmak ona ilgi ve şefkat kazandırabilir.
2. Kurtarıcı (“Seni Kurtaracağım!”)
“Ben olmasam sen ne yapardın?”
“Senin için en doğrusunu biliyorum.”
“Seni bu durumdan çıkarmalıyım.”
Kendini adil, güçlü ve bilge görür.
Kurtarıcı, başkalarının problemlerini çözmeye çalışırken kendi sınırlarını ihlal eder ve aslında karşı tarafı bağımlı hale getirir. Kendi ihtiyaçlarını ve duygularını genellikle bastırır.
3. Zorba (“Senin Suçun!”)
“Sen yüzünden böyle oldu!”
“Bunu hak ettin!”
“Yetersizsin, beceriksizsin!”
Otoriter, eleştirel ve suçlayıcıdır.
Zorba, gücünü diğerlerini aşağılamak ve kontrol etmek için kullanır. Çoğu zaman geçmişte kurban olmuş biri, savunma mekanizması olarak bu role geçer.
Drama Üçgeninin Döngüsü Nasıl İşler?
Bu roller sabit değildir. İnsanlar, bilinçsizce üçgenin içinde döner durur. Örneğin:
Kurtarıcı, Kurban’a yardım eder.
Kurban, yardımın yetersiz olduğunu hissedince Zorba’ya dönüşebilir ve Kurtarıcıyı suçlayabilir.
Kurtarıcı, eleştirildiği için kendini Kurban gibi hisseder.
Önceki Kurban, kendini güçlü hissetmek için Zorba olabilir.
Ve böylece bu sağlıksız iletişim döngüsü devam eder…
Drama Üçgeninin Hayatı Tüketen Etkileri
Bu döngüye sıkışan kişiler:
Sürekli tükenmiş hisseder.
Sağlıklı ilişkiler kuramaz.
Suçluluk, öfke ve hayal kırıklığı içinde yaşar.
Kendi duygusal ihtiyaçlarını fark etmez ve karşılamaz.
Zamanla depresyon, anksiyete gibi psikolojik sorunlar geliştirebilir.
Özetle, bu üçgende kaldıkça yaşam enerjimiz azalır ve sürekli bir çatışma içinde yaşarız.
Drama Üçgeninden Çıkmanın Yolları
1. Rolünüzü Fark Edin ve Kabul Edin İlk adım, hangi rolde olduğunuzu fark etmek ve bunu bilinçli olarak değiştirmeye niyet etmektir. “Ben hep kurtarıcı rolündeyim” veya “Sürekli kurban gibi hissediyorum” demek, çıkış yolunun başlangıcıdır.
2. Sağlıklı Roller Üstlenin: Kazan-Kazan İletişimi Kurun Karpman’ın üçgeninden çıkmak için yerine Sağlıklı Üçgen Modelini koyabilirsiniz:
Kurban yerine “Sorumluluk Alan” → “Benim hayatımın sorumluluğu bende.”
Kurtarıcı yerine “Destekleyici” → “Sana inanıyorum ama senin adına çözmem gerekmez.”
Zorba yerine “Sınır Koyan” → “Kendi değerlerimi koruyorum ama seni ezmeden.”
3. Duygusal Sınırlarınızı Güçlendirin Başkalarının duygusal yükünü taşımaktan vazgeçin. Birinin zor bir durumda olması, sizin onu kurtarmanız gerektiği anlamına gelmez. Yardımcı olmak yerine, destekleyici ve empatik olabilirsiniz.
4. Kurban Bilincinden Çıkın: Güçsüz Değilsiniz! Kendi hayatınızın aktif bir katılımcısı olduğunuzu hatırlayın. “Ben güçsüzüm” yerine, “Şu an zorlanıyorum ama çözümler bulabilirim” gibi cümleler kurun.
5. Dramanın İçine Çekilmekten Kaçının Birisi size “Kurtarıcı”, “Kurban” veya “Zorba” rolünü vermeye çalıştığında, bunu nazikçe reddedin. “Bu senin sorumluluğun, ama destek olmamı istersen buradayım” demek, hem sağlıklı hem de sınır koyucu bir tavırdır.
Sonuç: Yaşamınızı Geri Alın!
Karpman Drama Üçgeni, hayatı farkında olmadan tüketen bir döngüdür. Ancak, bu döngüyü fark edip değiştirmek mümkündür. Kendi rolünüzü gözlemleyerek, sorumluluk alarak ve sağlıklı iletişim becerileri geliştirerek bu kısır döngüden çıkabilirsiniz.
Unutmayın, siz bir kurban değilsiniz, başkalarını kurtarmak zorunda değilsiniz ve kimseyi kontrol etmek zorunda değilsiniz. Hayatınızın başrolünde olun ve özgürce, bilinçle, sevgiyle yaşayın!
Siz drama üçgeninin hangi rollerinde kendinizi daha sık buluyorsunuz? Paylaşmak ister misiniz? Yorumlarda konuşalım!
Hayat, hepimiz için inişli çıkışlı bir yolculuktur. Bir gün kendimizi zirvede, tüm enerjimizle hayatı kucaklarken, ertesi gün o kadar güçlü hissetmeyebiliriz. İster bir başarısızlık, ister beklenmedik bir kayıp, ister sadece belirsizlikle boğuşuyor olalım, hepimizin ortak paydasında şu gerçek yatar: Düşmek, insan olmanın bir parçasıdır. Ancak önemli olan, bu düşüşten nasıl kalktığımız, umudu nasıl yeniden bulduğumuz ve harekete nasıl geçtiğimizdir.
Bu anlarda yalnız olmadığımızı hatırlamak çok önemlidir. Hepimiz bu döngünün bir parçasıyız; sevinçleri ve zorlukları birlikte yaşıyoruz. Bunu bilmek, hem kendimize hem de çevremizdekilere daha fazla şefkat gösterebilmemiz için bir kapı açar. Birlikte olduğumuzda, yeniden ayağa kalkmak her zaman daha kolaydır.
1. Umudu Kucaklamak
Zorluklar yaşadığımızda, ilk başta her şey çok karanlık görünebilir. Sanki bu karanlıktan hiç çıkamayacakmışız gibi hissedebiliriz. Ancak unutmamamız gereken bir şey var: Karanlığın içinde bile umut her zaman bir yerlerde saklıdır. Bu umut, bazen en beklenmedik anlarda ve şekillerde kendini gösterir. Bunu fark etmenin ilk adımı, kendimize karşı nazik olmaktır.
Zor zamanlar, içsel dayanıklılığımızı test eder. Ancak bu anlarda kendimize şu soruyu sorabiliriz: “Bu durum bana ne öğretiyor?” Her yaşanan deneyim, bize büyümemiz için bir fırsat sunar. Hayatın, tüm karşılaştığımız zorluklar aracılığıyla bize sunduğu gizli hediyeleri fark ettiğimizde, umudu yeniden kucaklayabiliriz. Her düşüş, daha güçlü kalkmamız için bir adımdır.
Umudu bulmak, dış dünyada değil, içimizde başlar. Belki hemen çözüm bulamayabiliriz, ama küçük bir adım bile umut tohumlarını yeşertmeye yeter. Birine içten bir teşekkür etmek, kendinize bir kahve yapıp pencerenin önüne oturmak, küçük bir nefes egzersizi ile kendinizi merkezlemek… Bu basit eylemler bile karanlık bulutların arasından bir ışık huzmesi yaratabilir.
2. Eyleme Geçmenin Küçük Adımları
Düşüş anlarında kendimizi durgun ve hareketsiz hissedebiliriz. Zihnimizde dönen olumsuz düşünceler, bizi kıpırdayamaz hale getirebilir. Ancak bu noktada şunu unutmamalıyız: En küçük adım bile dev bir fark yaratabilir. O ilk adımı attığımızda, zihnimiz hareket etmeye başlar ve bu hareket yeni bir enerji kaynağı olur.
Eylem her zaman büyük ve hayat değiştiren adımlar anlamına gelmez. Bazen bir adım, sadece bulunduğunuz yerden kalkıp yürümeye başlamak kadar küçük olabilir. Bir kitap sayfası açmak, bir dostunuzu aramak ya da sadece güneşin altında biraz zaman geçirmek bile zihninizdeki durgunluğu kırabilir.
“Mükemmel bir adım değil, bir adım.” Bu sözü hatırlamak, mükemmeliyeti beklemeden harekete geçmeyi sağlar. Çünkü ilerleme, küçük ama tutarlı adımlarla gelir. Başladığınız küçük adımlar, zamanla daha büyük eylemler doğuracak ve yavaş yavaş kendinizi yeniden güçlenmiş hissedeceksiniz. Önemli olan, durduğunuz noktadan çıkmak ve hareket etmeye devam etmektir.
3. Birlikte Ayağa Kalkmanın Gücü
Zor zamanlarda insan, kendini soyutlama ve yalnız kalma eğiliminde olabilir. Bu, bir savunma mekanizmasıdır ve o an için anlaşılırdır. Ancak bizi asıl güçlendiren, çevremizdeki insanların desteğini kabul etmek ve onların da benzer zorluklar yaşadığını hatırlamaktır. Yardım istemek, bir zayıflık değil; tam tersine cesaretin ve olgunluğun bir göstergesidir.
Hepimiz aynı yaşam döngüsünün içinde, benzer zorluklar ve duygularla karşılaşıyoruz. Birbirimize daha sıkı sarıldığımızda, zorlukların yükü hafifler. Bir dostla yapılan derin bir sohbet, paylaşılan bir tebessüm ya da sadece yanınızda olduğunu bilmek bile büyük fark yaratır. Bizi birbirimize bağlayan sevgi, zorlukların ortasında ışığı bulmamıza yardımcı olur.
Birbirimizin deneyimlerinden öğrenir, birbirimize ilham veririz. Düştüğümüzde yanımızda duran bir el, en karanlık anları bile aydınlatabilir. Bu yüzden, çevremizdeki insanlara sarılalım, yardım istemekten çekinmeyelim ve birbirimize destek olalım.
4. Birlikte Umudu Yeşertmek
Birlik, sadece fiziksel bir dayanışma değil, aynı zamanda duygusal ve ruhsal bir dayanışmadır. Birbirimize karşı gösterdiğimiz anlayış ve şefkat, yalnızca bizi değil, çevremizdeki insanları da iyileştirir. Küçük bir yardım eli, bir gülümseme, içten bir dinleyiş… Bu küçük anlar, umudun ve sevginin büyümesine vesile olur.
Birlikte ayağa kalktığımızda, bu yalnızca bireysel bir güçlenme değildir; toplumsal bir iyileşmedir. Paylaşılan acılar hafifler, paylaşılan sevinçler büyür. Umudu yeşertmek için birlikte hareket edelim, birbirimize güç verelim. Çünkü zor zamanlar, birbirimize daha sıkı sarıldığımızda daha kolay atlatılır.
Her düşüş, daha da güçlenmek için bir fırsattır. Tek başımıza değiliz; bu yolculukta hepimiz yan yana yürüyoruz. Birbirimize uzattığımız her el, attığımız her küçük adım, yalnızca bize değil, etrafımızdaki herkese ilham kaynağı olabilir. Çünkü umut, paylaşıldıkça büyür. Ve birlikte olduğumuzda, her şeyin üstesinden gelebiliriz✨
Hayatta başkalarına saygı duymak, onları olduğu gibi kabul etmek ve yargılamaktan özgürleşmek, önemli erdemlerdir. Ancak bu erdemlerin özünde, kişinin kendine duyduğu saygı ve bireyselliğini kabul etmesi de yatar. Başkalarını oldukları gibi kabul edebilmek, kendi bireyselliğimizi tanımak ve onurlandırmakla başlar. Bu döngü, hem içsel hem de dışsal bir özgürlük alanı yaratır. Psikolojik bir perspektiften bu sürecin nasıl işlediğini anlamak, hem kendi yolumuzda hem de başkalarının yolunda daha fazla sevgi ve anlayış geliştirmemizi sağlar.
Bu sürecin bir başka boyutu ise, zihinsel erdemler ile kalbi erdemlerin birbirini nasıl beslediğidir. Zihinsel erdemler; farkındalık, yargısızlık ve düşünsel derinlik olarak tanımlanırken, kalbi erdemler ise sevgi, şefkat ve hoşgörü gibi duygusal nitelikleri içerir. Zihinsel ve kalbi erdemler arasında bir denge kurduğumuzda, hem kendimize hem de başkalarına daha bütünsel bir saygı sunabiliriz.
Saygı Nedir ve Neden Önemlidir?
Saygı, bir insanın kendi değerlerini ve sınırlarını tanımanın yanı sıra başkalarının da aynı haklara sahip olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Saygı duyduğumuzda, bir kişinin yaşamına müdahale etmeyiz ve onları değiştirmeye çalışmak yerine kendi gerçeklikleri içinde var olmalarına izin veririz. Bu tutum, yargılamadan özgürleşmenin temel taşını oluşturur.
Yargı, genellikle kendi korkularımızın, endişelerimizin ve içsel çatışmalarımızın yansımasıdır. Birini yargıladığımızda, aslında kendi değerlerimizi veya eksikliklerimizi sorguluyor olabiliriz. Yargıdan kurtulmak, hem bize hem de başkalarına hoşgörüyü getirir. Bu farkındalık, zihinsel bir erdemdir. Yargısız bakış açısı, başkalarına olduğu gibi bakma ve kabul etme yeteneğimizi geliştirir. Bu zihinsel derinlik, kalbi erdemlerin (sevgi ve şefkat) de önünü açar.
Kendimizi Kabul Etmek: Zihinsel ve Kalbi Denge
Başkalarını yargılamaktan özgürleşmek, kendimizi yargılamaktan özgürleşmekle başlar. Kendimizi olduğumuz gibi kabul ettiğimizde, eksikliklerimiz, hatalarımız ve zayıflıklarımızla barış yaparız. Bu, bireyselliğimizi kabul etmenin en önemli adımıdır. Kendini eleştirme eğiliminde olan insanlar, başkalarını da eleştirmeye daha meyilli olabilirler. Bu nedenle, başkalarını anlamak ve yargılamadan özgürleşmek için öncelikle kendimize şefkat göstermemiz gerekir.
Bu noktada zihinsel farkındalık (kendini tanıma, kendini anlama) ve kalbi erdem (şefkat) el ele gider. Kendimize duyduğumuz şefkat, başkalarına karşı geliştirdiğimiz şefkati besler. Zihinsel erdemler sayesinde kendimizi anlamaya başladıkça, bu anlayış kalbimizi de yumuşatır ve daha hoşgörülü bir bakış açısına ulaşırız.
Kendi hatalarımızı ve başarılarımızı kabul ettiğimizde, başkalarına karşı da daha hoşgörülü oluruz. Hem zihinsel farkındalığımız artar hem de kalbimiz sevgiyle açılır. Bu, hem içsel hem de dışsal barışın kapısını açar.
Yargıdan Özgürleşmek: İçsel Bir Yolculuk
Yargılamaktan özgürleşmek, düşüncelerimizin ve hislerimizin farkına varmakla başlar. Başkalarını yargılarken genellikle farkında olmadan kendi korkularımızı projekte ederiz. Kendimize şunu sormak faydalı olabilir: “Bu kişiyi neden yargılıyorum? Onun hangi özelliği benim içimde bir duyguyu tetikliyor?” Bu sorulara samimi bir şekilde yanıt verdiğimizde, yargılamanın aslında kendi içsel dünyamızla ilgili olduğunu görebiliriz.
Bu farkındalık, hem başkalarına hem de kendimize karşı daha nazik olmamızı sağlar. Zihinsel farkındalık, burada devreye girer ve kalbi erdemlerle birleştiğinde (şefkat, hoşgörü), içsel bir dönüşüm başlar. İçsel dünyamızla barış yaptığımızda, dış dünyadaki insanlara karşı da daha anlayışlı ve yargısız olabiliriz. Bu sayede, yargılanmaktan özgürleşiriz. Yargılanmaktan özgür olmak, başkalarının düşüncelerine takılmadan, kendimizi ve bireyselliğimizi rahatça ifade edebilmek demektir.
Bireyselliğin Kabulü ve Diğerlerine Saygı
Bireyselliğin kabulü, kendimize saygı duymanın bir uzantısıdır. Kendi kişiliğimizi, sınırlarımızı, isteklerimizi ve korkularımızı tanımak, bizi özgürleştirir. Bu özgürlük ise başkalarına saygı duymamızı kolaylaştırır. Başkalarını olduğu gibi kabul edebilmek için, kendi farklılıklarımızı da onurlandırmamız gerekir. Herkesin farklı değerler, inançlar ve deneyimlerle dolu bir hayatı vardır. Bu farklılıkları kabul etmek, insan ilişkilerinde daha derin bir anlayış ve sevgi geliştirir.
Bu noktada, zihinsel erdemlerin (farkındalık, yargısızlık) ve kalbi erdemlerin (hoşgörü, şefkat) birleşimiyle gerçek bir kabul durumu yaratabiliriz. Zihinsel olarak başkalarının farklılıklarını anladığımızda, kalbi olarak onlara daha fazla sevgi ve saygı gösterebiliriz. Bu denge, bireysellikleri onurlandırmayı ve daha sevgi dolu ilişkiler kurmayı mümkün kılar.
Sonuç: Zihinsel ve Kalbi Erdemlerin Dengesi
Sonuç olarak, saygı duymak ve bireyselliği kabul etmek, insan olmanın en temel unsurlarından biridir. Hem kendimize hem de başkalarına saygı duymak, bizi yargılamaktan ve yargılanmaktan özgürleştirir. Zihinsel farkındalık, içsel özgürlüğü getirirken; kalbi erdemler (sevgi, şefkat, hoşgörü) dış dünyada daha barışçıl ve sevgi dolu ilişkiler kurmamıza olanak tanır. Bu özgürlük, içsel barışı getirir ve daha kabul edici bir dünyada yaşamamızı sağlar.
Kendi bireyselliğimizi onurlandırarak, başkalarının da kendi yollarında özgürce yürümesine izin verebiliriz. Bu denge, zihinsel ve kalbi erdemlerimizin uyumuyla hayatımızda gerçek bir huzur yaratır
İkinci Kez Yaşıyormuşsun ve İlkinde Yanlış Davranmışsın Gibi Yaşa
Viktor Emil Frankl’ın bu sözünü çok severim 🙂 Bana her zaman yaşamın ne kadar özenle, coşkulu ve nezaketle yaşanması gerektiğini hatırlatır:) “İkinci kez yaşıyormuşsun ve ilkinde yanlış davranmışsın gibi yaşa.”, Hayatımızı farklı bir bakış açısıyla değerlendirme fırsatı sunan bir şiir cümlesi gibi. Bu cümle, insanın geçmişte yaptığı hataları ve pişmanlıklarıbir fırsata çevirerek şu anki hayatını bilinçli bir şekilde yaşaması gerektiğini hatırlatır. Hayatı ikinci kez yaşıyormuş gibi düşünmek, aslında bir uyanış, bir farkındalık ve özgürleşmedir.İkinci kere gelmiş olma hissi bana ayrıca güven ihtiyacımızı beslerken, aslında yaşamda gerçekten “ne”yin bizim için önemli olduğunu yeniden hatırlamamıza vesile oluyor. Peki, bu sözün altında yatan daha derin anlamlar nelerdir? Hadi gelin önce duygusal/psikolojik, sonra da nörolojik/bilimsel taraflarıyla bakalım 🙂
Önce duygusal/psikolojik yönüyle başlıyoruz 🙂
Geçmişin Pişmanlıklarını İyileştirmek İçin Hataları Birer Öğretmen Olarak Görmek
Hayatımızın bazı anlarında geçmişe dönüp keşke dediğimiz durumlar olabilir. Bazen doğru zamanda doğru kararı veremediğimizi düşünürüz ya da o anki koşullar altında daha iyisini yapabileceğimize inanırız. Ancak Frankl, bize geçmişteki hatalarımıza takılmak yerine onlardan ders alarak ileriye dönük nasıl daha bilinçli yaşayabileceğimizi hatırlatıyor. Burada benim dikkatimi iki yaklaşım çekiyor. Birincisi, geçmişte yaşadığımız ve takıldığımız her ne ise, aslında kendi bağlamında ele aldığımızda, bizim şimdi ve burada farkındalıkla var olabilmemiz için bunun belki de gereken bir durum/koşul olduğu.
Yaşamda ilerleyebilmek, tekamül edebilmek ve kaosun içinden geçerken, dengede kalabilmeyi öğrenmek için denge tahtasının dualite gereği farklı kutuplarını deneyimlememiz gerekiyor. Eğer bu yaşadığımız deneyim bizi çok üzüyorsa, burada hangi sorumluluğu alabilirdik ya da şu an bize hangi yönümüzü iyileştirmemizi, hangi özelliğimizi fark etmemizi ve bununla ilgili adım atmamızı işaret ediyor diye sorabiliriz. Böylece bu deneyimin öğretisini alıp, aslında yeni atacağımız adımlarla geçmiş deneyimimizdeki halini de onurlandırmış oluyoruz.
İkincisi ise, eğer bu deneyim gerçekten bizim saf bir hatamızdan kaynaklanıyorsa, bizi buna götürenler her ne ise, o ihtiyacı fark edip, kendimize bu konuda destek olmamız. Çünkü biz o ihtiyacımızı, gölge yanımızı görmezden gelip, halının altına süpürdükçe benzer ve belki de daha zorlu deneyimleri yaşamaya devam edebiliriz.
Bu nedenle geçmişin pişmanlıklarını bir rehber gibi görmek, hatalardan öğrenerek, bugünü sevgiyle ve anlam dolu bir şekilde yaşamak mümkündür. Hayatımızda kaç kez “Keşke o an farklı davransaydım” dediğimizi düşünelim. Frankl, bu “keşke” anlarını şimdiki anlarımızı daha bilinçli ve daha anlam dolu bir şekilde yaşamak için kullanmamız gerektiğini söylüyor. Hatalarınızı kucaklayın. Onları birer fırsat olarak görün. Geçmişteki bir hata yüzünden kendinizi yargılamak yerine, onu büyüme ve gelişme aracı olarak kullanın. Kendinize şu soruyu sorun: Eğer bu hatayı yapmamış olsaydım, şu an kim olurdum? Bu hata bana ne öğretti? İkinci kez yaşıyormuşuz ve ilkinde yanlış davranmışız gibi yaşamak, bizi kendimizi affetmeye ve hatalarımızdan öğrenmeye teşvik ediyor gibi.
Sonuçta hayatta hatasız bir insan yoktur. Hepimiz zaman zaman yanlış kararlar veririz, sevdiklerimizi incitiriz veya fırsatları kaçırırız. Öğrenmenin yolu da tam buradan geçmiyor mu? 🙂 Ancak Frankl’ın bu sözü, bize hatalarımızdan pişmanlık duymak yerine onlardan ders çıkarmayı ve ikinci bir şans verilmiş gibi davranmayı öğütler. Hatalar, bize daha iyi olmanın yollarını gösteren değerli öğretmenlerdir.
Yaşamı İkinci Şans Olarak Görmek
Yaşamın akıcılığında geçmişin öğretilerini cebimize koyup, yolumuza devam ederken; Frankl’ın bu sözü, hayatı bir “ikinci şans” olarak görmeyi de önerir bize. Yaşam, sınırsız fırsatlar sunmayabilir, bu yüzden her anımızı sanki sonuncusuymuş gibi dolu dolu yaşamak büyük bir fark yaratır. Meşhur şiirde bahsedildiği gibi bir sincap gibi ciddiyetle yaşamak… Bu, yaşamın geçiciliğini fark etmeyi ve her anın kıymetini bilmeyi öğretir. Eğer hayatta sadece bir şansımız daha olsaydı, onu nasıl değerlendirirdik? Sevdiğimiz insanlara nasıl davranırdık? Bugüne kadar engel gördüğümüz neler artık engel olmaktan çıkardı? Ya da bugüne kadar çoğu zaman bize ait olmayan ancak önemli gibi algıladığımız ve yaşamımızı buna göre düzenlediğimiz, neler önemsizleşirdi? Hangi hedeflerimize daha çok odaklanırdık? Yaşamın kısa ve değerli olduğunu bilerek attığımız her adım, daha anlamlı hale gelir.
Kendinize şu soruları sormayı deneyebilirsiniz: Eğer şu anki hayatımı ikinci kez yaşıyor olsaydım, neyi farklı yapardım? Kendime ve diğerlerine daha fazla sevgi, daha fazla anlayış, daha fazla şefkat gösterebilir miydim? Bu sorulara vereceğiniz yanıtlar, bugünkü eylemlerinizi yeniden şekillendirmenize ve daha dolu bir yaşam sürmenize sürprizli bir kapı aralayabilir 🙂
Anlamlı Bir Hayat İçin Farkındalıkla Yaşamak
Viktor Frankl, logoterapinin temelinde, insanın yaşamda anlam arayışının en güçlü motivasyon olduğunu savunur. “İkinci kez yaşıyormuşsun gibi” ifadesi, bu anlam arayışına hizmet eden bir farkındalık çağrısıdır. Yani, hayatınızda yaptığınız her şeyde, her adımda bir anlam bulmak, bu farkındalığı güçlendirebilir. Sıradan gibi görünen anlar bile, farkındalıkla ve bilinçle yaşandığında derin anlamlar taşıyabilir 🙂 Günümüz koşturmacalı şehir yaşantısında da en çok ıskaladığımız tam da bu değil mi? 🙂
Her gün uyanıp hayatın koşturmacasına kapılmak yerine, her anı bir öğrenme ve gelişme fırsatı olarak görmek, yaşamınızın kalitesini arttıracaktır. Bu anlamda Frankl, insanın her anı, sanki ikinci bir şans verilmiş gibi yaşaması gerektiğini hatırlatıyor. (Bazılarımıza bu şans gerçekten 2. kez verilir, onlar bu yaşamın kıymetini çoğu zaman iyi bilenlerdir.) Bu, her sabah uyandığınızda yeni bir fırsatla karşı karşıya olduğunuzu bilmek demektir. Bu fırsatlar, hayatınıza daha çok sevgi, anlayış ve empati katmak için bir çağrıdır. Düşüncelerimizle “ne”ye yoğunlaşırsak, onu büyüttüğümüzü sanırım artık hepimiz biliyoruz. Burada Rahmetli Canım Anneannem’in sözünü sizinle de paylaşmak isterim: “İyi düşün, iyi olsun kızım.” İçimizde neyi besler büyütürsek, dışımızda da onun büyüdüğünü her gün görebiliyoruz. Hepimizin ve dünyanın daha çok iyiliğe, insani değerlere, güzelliğe ve onları çoğaltmaya, birbirimizle paylaşığ büyütmeye ihtiyacı var.
Sevgiyle Yaşamak
Frankl’ın sözünü gerçekten anlamanın bir diğer yolu da, hayatı sevgiyle, sevginin getirdiği özen ve incelikle yaşamaktır. Eğer ikinci kez yaşıyor olsaydınız, sevdiklerinize daha çok vakit ayırır, onlara daha fazla sevgi gösterir miydiniz? Hayatın getirdiği zorluklarda daha anlayışlı olur muydunuz? Frankl, bize kendimize ve sevdiklerimize olan yaklaşımımızı yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini hatırlatır.
Yaşamda hata yapmaktan, pişman olmaktan veya başarısız olmaktan korkmayın. Çünkü bu, büyümenin ve daha anlamlı bir yaşam sürmenin bir parçasıdır. Sevgi dolu bir bakış açısıyla, her gününüzü sanki ikinci kez yaşıyor gibi yaşayın. Sevdiklerinize sarılın, onları gerçekten dinleyin ve her anı dolu dolu yaşayın. Çünkü her an, bir hediyedir.
O zaman bir de Behçet Necatigil’in Sevgilerde şiirini hatırlayalım🙂
Sevgilerde
Sevgileri yarınlara bıraktınız Çekingen, tutuk, saygılı. Bütün yakınlarınız Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi Kalbinizi dolduran duygular Kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. Yılların telâşlarda bu kadar çabuk Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde Açan çiçekler vardı, Gecelerde ve yalnız. Vermeye az buldunuz Yahut vakit olmadı.
Şimdi meraklısı için daha bilimsel bir içerik ile devam ediyoruz 🙂 Duygusal yönünü ele aldıktan sonra nörolojik ve daha bilimsel olan alana geçiyoruz. Viktor Frankl’ın “İkinci kez yaşıyormuşsun ve ilkinde yanlış davranmışsın gibi yaşa” sözünün insana kendini iyi hissettirmesinin arkasındaki nörolojik süreçleri anlamak için, beynin çeşitli işlevlerini ve olumlu düşünceler ile kararların nasıl bir etki yarattığını incelemek gerekir. Bu söz, insan zihninde umut, yeniden başlama ve farkındalık gibi güçlü duygular uyandırır. İşte bu sürecin arkasındaki bazı temel nörolojik süreçler:
1. Ödül Sistemi ve Dopamin
Bu tür olumlu ve motive edici bir düşünce, beynin ödül sistemini harekete geçirir. Beynin ventral tegmental alanı (VTA) ve nucleus accumbens gibi bölgeleri, özellikle ödül beklentisiyle ilgili dopamin salgılar. Yeniden başlama ve daha iyi bir yaşam fırsatı, dopamin düzeylerini arttırır, bu da kişide motivasyon ve iyi hisler yaratır.
Bu sözü duyduğunuzda, gelecekte daha bilinçli ve hatalardan ders alarak yaşayabileceğiniz düşüncesi, beyne “ödül” olarak algılanır. Bu, motivasyonu artırır ve kişiyi olumlu davranışlar sergilemeye yönlendirir.
2. Prefrontal Korteks ve Öz-Farkındalık
Prefrontal korteks, karar verme, planlama ve öz-farkındalık gibi daha üst düzey bilişsel işlevleri kontrol eder. Frankl’ın sözü, insanı kendini gözden geçirmeye ve farkındalık kazanmaya teşvik eder. Bu tür derin düşünceler, prefrontal korteksin daha aktif hale gelmesine neden olur. Kendini gözlemlemek ve daha iyi olabilmek için fırsat yaratma düşüncesi, kişiyi olumlu bir zihin çerçevesine taşır.
Prefrontal korteks ayrıca eylemlerimizi düzenlemek ve gelecekteki davranışlarımızı kontrol etmekten de sorumludur. Bu, kişinin geçmiş hatalardan ders çıkararak daha bilinçli bir şekilde hareket etmesini sağlar. Bu yaklaşım, prefrontal kortekste bu işlevleri harekete geçirir.
3. Stres Azaltıcı Etkiler – Amigdala ve Parasempatik Sistem
Geçmişte yapılan hatalar, sıklıkla kişinin strese girmesine ve kaygı duymasına yol açabilir. Beynin amigdala bölgesi, tehdit algıları ve duygusal tepkilerle ilgilidir. Ancak Frankl’ın sözü, kişiyi geçmiş hatalardan pişmanlık duymak yerine, onları bir fırsat olarak görmeye teşvik eder. Bu zihinsel çerçeve değişikliği, amigdalada daha az kaygı ve stres tepkisiyle sonuçlanır.
Beyin, bu tür pozitif düşüncelerle birlikte parasempatik sinir sistemini aktive eder. Bu sistem, vücudu rahatlatır, kalp atış hızını düşürür ve stres tepkilerini azaltır. Kişi, geçmiş hatalarına takılmak yerine geleceğe umutla bakarak kendini daha huzurlu hisseder.
4. Beyindeki Nöroplastisite ve Değişim Potansiyeli
Beyin, nöroplastisite denilen bir özelliğe sahiptir. Bu, beynin deneyimler ve düşüncelerle sürekli olarak yeniden şekillendiği anlamına gelir. “İkinci kez yaşıyormuşsun” düşüncesi, yeni davranışlar ve yeni kararlar alma konusunda beyni teşvik eder. Beyin, eski hatalardan ders çıkarıp, yeni ve daha pozitif bir yol izleme kararıyla kendini yeniden yapılandırabilir.
Bu anlamda, geçmişte yapılan yanlışları tekrar etmemek için bilinçli bir çaba harcamak, beyinde yeni sinirsel yolların oluşmasını destekler. Böylece beyin, hatalardan öğrendiği bilgileri kullanarak daha iyi kararlar vermeye başlar.
5. Öz-Şefkat ve Serotonin Artışı
Frankl’ın bu sözü, aynı zamanda öz-şefkati de teşvik eder. Geçmişte yapılan hataları kabul edip, kendini suçlamak yerine bunlardan ders çıkarmayı vurgulayan bu bakış açısı, kişinin kendisine daha nazik ve anlayışlı olmasını sağlar. Öz-şefkatin artması, beyinde serotonin gibi iyi hissettiren nörotransmitterlerin artmasına yol açar.
Serotonin, duygusal dengeyi sağlayan bir kimyasaldır ve öz-şefkatle birlikte daha huzurlu ve dengeli hissetmemize yardımcı olur. Frankl’ın sözü, kendimize karşı daha merhametli olmamızı sağladığında, serotonin düzeyleri yükselir ve bu da kişinin kendini daha iyi hissetmesine katkıda bulunur.
Sonuç olarak; Viktor Frankl’ın “İkinci kez yaşıyormuşsun ve ilkinde yanlış davranmışsın gibi yaşa” sözü, hem duygusal hem de nörolojik olarak insan beyninde olumlu etkiler yaratır. Bu düşünce, dopamin ve serotonin gibi iyi hissettiren kimyasalların salgılanmasını sağlar, stresi azaltır, motivasyonu artırır ve beynin ödül sistemi ile öz-farkındalık mekanizmalarını harekete geçirir. Aynı zamanda bu söz, kişiyi hatalardan ders almaya ve daha bilinçli, şefkat dolu bir yaşam sürmeye yönlendirerek, beynin nöroplastisite yeteneğini geliştirir:)
Demek ki, her zaman ispat mümkün olmasa da logoterapik yaklaşımların, bilimsel değerlendirilmesi de yapılabilinir yapılmasına ama söz konusu “insan” olunca bilim tek başına hiçbir alan insanı açıklamaya yetmiyor:)